Toplumlar, yaşanılan coğrafyanın iklimine ve zorluklarına göre şekillenir ve gelişim gösterirler. Bundan tam 600 yıl önce İbn-i Haldûn “Coğrafya kaderdir” tezini ortaya atmıştır. Ancak günümüzde bu tez bazı ülkeler için doğru, bazıları için yanlış bir tez olarak karşımıza çıkıyor. Şöyle ki; eğer zeytinyağı üretiyorsanız coğrafya kaderdir ama hikâyesi olan bir zeytinyağı üretiyorsanız coğrafya kader değildir. Ürettiğiniz zeytinyağını hammadde olarak dünyanın başka bir ülkesine üçe satıp, sonra şişelenmiş ve üzerine basılmış bir isimle aynı yağı onbeşe geri alıyorsanız sizin için coğrafya kaderdir. Ancak zeytinyağına bir hikâye oluşturup beş kat daha fazla ücrete satan ülke için coğrafya kader değildir. Burada esas olan kendi marka değerlerini üretmek ve dünyaya sunabilme becerisini göstermektir.
Yaşadığın coğrafyanın sana armağan ettiklerinin üzerine yazılım, tasarım, akıl, fikir, hayal, hikâye koyabiliyorsan gelişiyorsun ve oyunu kuran oluyorsun. Yani somut üretimden daha çok üretebildiğin soyut değerler kadar güçlü oluyorsun. Ve hammadde ekonomisinden, inovasyon ekonomisine geçiyorsun. Çünkü somutun sınırı var ama soyutun sınırları ve duvarları yok. Onun için hayal kurmak, fikir üretmek, düşünmek, sorgulamak ve eleştirmek değerli kavramlardır.
Tarih boyunca, uyuyan toplumları uyandıracak ve yeni ufuklar açacak aydın bireylere her zaman ihtiyaç duyulmuştur. Aydın kişi, sorumluluğu büyük olan kişidir, geri çekilemez. Baskı ortamında bile cüretkâr ve kararlı olmak zorundadır. Aksi halde sadece kendisini değil, kendisini takip eden toplulukları da uçuruma götürür. Yaşadığımız coğrafyadaki zorluklar ancak aydın ve önder kişilerin yol göstermeleriyle kolaylaşır ve aşılır. Her toplum sonsuza dek hayatını devam ettirmek adına, kendi içinden kendi münevverlerini çıkarmak için fedakârlıklar ve çalışmalar yaparlar. Ancak burada önemli olan topluma karşı sorumluluk sahibi doğru kişileri bulmak ve onlar üzerinde yatırım yapmak esastır. Yoksa Osmanlı’nın gerileme döneminde olduğu gibi, kalkınma adına batının fen ve bilimini öğrenmesi için devletin her türlü fedakârlığı yaparak yurtdışına gönderdiği zümrenin, gidiş amacının tam tersine, kendi toplumunu küçümseyen, örf, adet ve kültürüne düşman Jakoben zihniyetli bir gardırop aydın sınıfının ülkeyi ne duruma getirdiğini hepimiz biliyoruz. Ülkenin sorunlarını ve dertlerini dert edinecek bireyleri bulmak ve yetiştirmek her daim kalkınmanın öncelikli anahtarı olmuştur. Medeniyetlerin kurulması ve akabinde yükselmesine vesile olan ana güç, yetişmiş insan kaynağıdır. Yetişmiş insan kaynağı silsilesinin devamlılığı olmayan bir medeniyetin yaşama ihtimali yoktur. Bu bilinçle, önce çekirdek aile, anne ve babadan başlamak üzere, köyden kente, kentten tüm ülkeye, memleketin kamu kurum ve kuruluşları, sivil toplum kurumları hep beraber insan kaynağı yetiştirmek adına eğitime destek vermek, kutsal ve önemli bir görevdir. Bizim insanımız, yüzyıllardır bunun farkındadır ve bu duyarlılıkla her zaman bedel ödemeye hazırdır.
Bu vesile ile, bilhassa Alanya’mıza ve ülkemize büyük hizmetleri olmuş, Alanya’mızın değerli bir portresini sizlere anlatmaya çalışacağım. Yıl 1919… I. Dünya savaşı henüz yeni bitmiştir. Ancak savaşın hedef tahtasında olan Osmanlı İmparatorluğu dağılmış ve başta başkent İstanbul olmak üzere, vatanın her tarafı emperyalistler tarafından işgal edilmiştir. Tarihten beri başkasının boyunduruğu altına girmemiş ve esir yaşamamış Türk Milleti, her türlü güçlüğe ve yokluğa rağmen Anadolu’da; “Ya istiklal, ya ölüm” diyerek topyekûn bir kurtuluş mücadelesi verip, tarihte emsalsiz bir zafere imza atmışlardır. 29 Ekim 1923’te yeni bir devlet kurarak, Türkiye Cumhuriyeti ile yola devam etmişlerdir.
O yıllarda tarihte Selçuklu’ların kışlık başkenti, Osmanlı’ların liman şehri olma özelliklerine sahip Alanya, uzun süren savaşlarda her türlü çaresizliği ve yokluğu yaşamıştır. Alanya halkı, büyük fedakârlıklar göstererek kuvay-ı milliye ruhuyla kurtuluş mücadelesinin kazanılmasında üzerine düşeni eksiksiz yerine getirmiştir. O tarihlerde Anadolu kıtlığı ve yokluğu yaşamaktadır. Anadolu’nun diğer kentlerine göre deniz ulaşımının olması Alanya için bir ayrıcalıktır. Karadan ulaşım için kervan yolları ve bazı kentlerimizdeki demiryollarından başka fazla alternatif de yoktur. Anadolu’da bir kentten diğer bir kente gitmek haftaları, ayları almaktadır. Osmanlı’nın son yüzyılında Alanya limanından gemilerle Medeniyetlerin beşiği Mısır’ın tarihi kenti İskenderiye’ye yapılan kereste ticareti, Alanya’da zengin aileleri ortaya çıkarmıştır. Bunların başında Şerifaliler, Azakzâdeler, Helimağalar ve Hacıkadirler sülaleleri yer alır. Bu ailelerin zenginlikleri sadece Alanya’da değil, yurtiçi ve yurtdışında da yaptıkları harcamalarla konuşulur. Alanya’da hayat seyr-ü seferinde devam ederken 1919 yılında bir çocuk doğar. Her ne kadar savaş yılları olsa da “Ahmet” ismi verilen bu çocuk şanslıdır. Babası Helimağalar sülalesinden Hilmi Bey, Annesi Azakzâdeler sülalesinden Sabiha hanımdır. Ahmet şanslıdır ama bir bilgenin söylediği gibi; “Bu dünyanın cefasından, sefasına sıra gelmez” ifadesi de, insan yaşamını anlatan veciz söz olarak tarihe yazılmıştır. Hayat acısıyla, tatlısıyla, elemiyle, sevinciyle; değişmez kural hep inişli çıkışlıdır. Henüz eğitim yaşına gelmeden Ahmet, babasını kaybeder. Ancak yine şanslıdır zira dünyayı tanıyan, fikir sahibi, ileri görüşlü, sevgi dolu, oğlunu çok seven ve bu sevgisinin tezahürü olarak onu gurbet ellere gönderip bağrına taş basacak kadar da irade sahibi, kararlı bir anneye sahiptir. Kurtuluş Savaşı’nda bebeğini beşikte bırakıp; “Bu bebeği bana Allah verdi, ona Allah bakar” diyerek, cepheye koşan Nene Hatun’un vatanseverliği, cesareti, fedakârlığı ve kahramanlığı gibi, anne Sabiha Hanım da vatana hizmet için iyi bir evlat yetiştirmek adına evlat hasreti çekmeye kararlıdır. Çünkü torunu Hilmi Bey’in ifadesiyle; “O bir Osmanlı kadını idi”. Osmanlı’da bilhassa medrese eğitiminde, çocuklar eğitim için hep gurbet ellere gönderilirdi. Padişahların veliahtları ve oğulları tedrisat için hep başka vilayetlere gönderilmiştir. Sonrasında da tecrübe kazanması ve devletin geleceği için devlet ebet müddet felsefesi gereği, başka vilayetlere vali olarak gönderirlerdi. Yani burada görüldüğü üzere ecdadımızda; vatan sevgisi, evlat sevgisinden önce gelmektedir. (DEVAMI YARIN)